Barbar Conan: Kılıçtaki Anka | Robert. E. Howard
Bu hikaye, kayiprihtim.com üzerinden direkt alınmıştır. Dilerseniz, oradan okuyabilirsiniz.
KILIÇTAKİ ANKA
Robert E. Howard
Bölüm 1
“Şunu bilin ki prensim, okyanusların Atlantis’i ve
parıltılı şehirlerini yuttuğu yıllarla Aryas’ın oğullarının doğduğu yıllar
arasında akla hayale gelmedik bir çağ yaşanmıştı. Işıltılı krallıkların,
dünyanın üzerine yıldızların mavi ışıltıları gibi yayıldığı bir zaman… Nemedya;
Ofir; Britunya; Hiperborya; kara saçlı kadınları ve örümceklerin musallat olduğu
gizemli kuleleriyle Zamora; şövalyeleriyle Zingara; sınırları Şem’in kırsal
alanlarıyla belirlenen Koth; mezarlarını gölgelerin koruduğu Stigya; binicileri
çelik, ipek ve altın kuşanan Hirkanya. Ama dünyadaki en mağrur krallık batıda
yüce bir hükümdarlık süren Akilonya’ydı. İşte bu sıralarda Kimmeryalı Conan
geldi. Elinden kılıcını hiç bırakmayan bu kara saçlı, şahin gözlü yiğit, bir
hırsız, bir yağmacı ve bir katildi. Derin hüzünler yaşamıştı ve devasa
coşkular… Ve tüm imparatorlukları sandallı ayağının altında çiğnemek
istiyordu.”
– Bir Nemedya
Efsanesinden
Parıltılı kulelerin ve gölgeli, sivri çatılarının
üzerinde şafaktan önceki o hayaletimsi, karanlık sessizlik uzanıyordu. Bir
labirentin gizemli ve dolambaçlı patikalarından farksız olan loş ara sokaklardan
birinde esmer bir elin sinsice açtığı kapıdan dört maskeli adam çıktı aceleyle.
Tek kelime etmeksizin, hızlıca loşluğa adım attılar; pelerinlerini sıkıca
etraflarına sarmışlardı. Cinayete kurban giden insanların hayaletleri kadar
sessiz bir şekilde karanlığa karıştılar. Arkalarında, kısmen açık duran kapının
aralığında küçümseyen bir yüz görünüyor, bir çift şeytani göz loşluğun içinde
kötücül bir biçimde ışıldıyordu.
“Geceye karışın gecenin yaratıkları,” dedi bir ses,
alayla. “Ah, sizi ahmaklar. Felaketiniz kör bir köpek gibi tam arkanızdan
geliyor ama siz bunun farkında bile değilsiniz.” Sesin sahibi kapıyı kapatıp
sürgüledi, sonra da elinde bir mum olduğu hâlde arkasını dönüp koridor boyunca
ilerledi. Asık suratlı, dev gibi bir adamdı; esmer teni, Stigyalı kanını ortaya
çıkarıyordu. İç odalardan birine geçti, yani uzun ince bir adamın ipek bir
divana yayılmış büyük ve tembel bir kedi misali mor renkli, eski bir sedirde
uzandığı ve altından yapılma, koca bir kadehteki şarabını yudumladığı yere.
“Eh, Ascalante,” dedi Stigyalı, mumu bir yere
bırakırken, “adamların yuvalarından çıkan fareler misali sokaklara sinsice
dağıldı. Tuhaf maşalarla çalışıyorsun.”
“Maşa mı?” diye yanıtladı Ascalante. “Onlara göre maşa
olan asıl kişi benim. Aylardır, yani Asi Dörtlü beni güney diyarlarındaki
çöllerden buraya getirttiğinden beri düşmanlarımın tam göbeğinde yaşıyorum.
Gündüzleri bu kuytu evde saklanıyor, geceleriyse karanlık ara sokaklarda ve
onlardan da karanlık koridorlarda gizli gizli dolaşıyorum. Üstelik o isyankâr
soyluların beceremediği şeyi de başardım. Hem onların hem de çoğu yüzümü dahi
görmemiş olan diğer casusların aracılığıyla fitne ve fesat yaratarak
imparatorluğu delik deşik ettim. Kısacası, gölgelerin arasında çalışan ben,
güneşin altındaki tahtında oturan kralın düşüşüne giden yolu açtım. Bir kanun
kaçağına dönüşmeden önce bir devlet adamıydım ben, Mitra aşkına.”
“Peki ya kendilerini senin efendin olarak gören şu
ahmaklar?”
“Elimizin altındaki iş tamamlanana dek onlara hizmet
ettiğimi düşünmeye devam edecekler. Onlar kim, Ascalante’nin zekâsıyla boy
ölçüşmek kim? Karaban’ın yerden bitme kontu Volmana, Kara Lejyon’un devasa
komutanı Gromel, Attalus’un şişman baronu Dion, kuş beyinli ozan Rinaldo.
İçlerindeki çelik sayesinde onları bir araya getiren güç benim ve zamanı
geldiğinde içlerindeki çömlek sayesinde onları paramparça edecek olan da benim.
Ama bu, gelecekte yaşanacak bir olay; kralsa bu gece ölecek.”
“Günler önce imparatorluk süvarilerinin şehirden
ayrıldıklarını gördüm,” dedi Stigyalı.
“Kâfir Piktlerin saldırdığı sınıra doğru at sürdüler –
o barbarları kudurtmak için sınırın öteki tarafına gizlice kaçırdığım sert içki
sağ olsun. Bunu Dion’un muazzam serveti mümkün kıldı. Volmana da şehirde kalan
imparatorluk askerlerinden kurtulmamızı sağladı. Nemedya’daki soylu akrabası
sayesinde Kral Numa’yı Poitainli Kont Trocero’yu, yani Akilonya vekilharcını
huzuruna çağırtmaya ikna etmek kolay oldu. Kont Trocero’yu onurlandırmak için
kendi askerlerinin yanı sıra imparatorluk muhafızları ve Kral Conan’ın sağ kolu
Prospero da ona eşlik edecek elbette. Bu sayede şehirde yalnızca kralın kişisel
muhafızları ile Kara Lejyon kalmış olacak. Gromel vasıtasıyla o muhafızların
hovarda komutanını ayartmayı başardım ve gece yarısı adamlarını kralın
kapısından uzaklaştırması için ona rüşvet verdim.
“Sonra, gizli bir tünel vasıtasıyla, on altı gözü
dönmüş eşkıyamla birlikte saraya gireceğiz. Görevimiz tamamlandığında halk bizi
bağrına basmayacak olsa bile Gromel’in Kara Lejyon’u şehri ve tahtı elimizde
tutmak için yeterli olacaktır.”
“Dion tacı ona mı devredeceğimizi sanıyor peki?”
“Evet. O şişman ahmak, kraliyet kanından gelmesini
gerekçe göstererek taht üzerinde hak iddia ediyor. Conan, Akilonya tacını zorla
ele geçirdikten sonra eski hanedanlığın soyundan geldiği için hâlâ övünen
adamların yaşamasına izin vererek büyük bir hata yaptı.
“Volmana önceki hükümdarın zamanında olduğu gibi
yeniden kraliyet lütfuna sahip olmayı diliyor ki sefalet içindeki topraklarını
yeniden eski görkemine kavuşturabilsin. Gromel, Kara Ejderlerin kumandanı
Pallantides’ten nefret ediyor ve Bossonyalıların tüm o inatçılığıyla bütün
ordulara tek başına komuta etmek istiyor. Aramızda bir tek Rinaldo’nun şahsi
ihtirasları yok. Conan’ı medeni bir diyarı yağmalamak için kuzeyden gelen eli
kanlı, kaba saba bir barbar olarak görüyor o. Conan’ın tacı almak için
öldürdüğü kralı mükemmel olarak görüyor, sadece sanat dallarını himayesi altına
aldığı nadir zamanları hatırlıyor ve saltanatı sırasında neden olduğu
kötülükleri unutuyor. Halkın da unutmasını sağlıyor. Rinaldo’nun merhum zalime
methiyeler düzdüğü, Conan’ı ise ‘cehennemden gelen kara kalpli vahşi’ ilan
ettiği Kral İçin Bir Ağıt adlı şarkıyı daha şimdiden açık açık söylüyorlar.
Conan gülüyor, ama halk hırlıyor.”
“Rinaldo’nun Conan’dan nefret etmesinin sebebi nedir?”
“Ozanlar güç sahibi kişilerden daima nefret eder.
Onlar için mükemmellik her zaman bir sonraki köşenin ardında ya da ondan
sonrakinin arkasındadır. Geçmişe ve geleceğe dair hayaller kurarak şimdiki
zamandan kaçarlar. Rinaldo idealizmin meşalesi olduğunu, bir zorbayı devirmek
ve halkı özgürleştirmek için doğduğunu düşünüyor. Bana gelirsek… eh, birkaç ay
öncesine kadar hayatımın sonuna dek kervanları yağmalamak dışındaki tüm
tutkularımı yitirmiştim; artık eski hayallerim yeniden canlandı. Conan ölecek,
tahta Dion çıkacak. Sonra o da ölecek. Bana karşı koyan herkes, tek tek ölecek…
ateşle, çelikle, ya da mayalamayı çok iyi bildiğin o ölümcül şaraplarla.
Ascalante, Akilonya kralı! Sence kulağa nasıl geliyor?”
Stigyalı geniş omuzlarını silkti.
“Bir zamanlar,” dedi gizlemediği bir karamsarlıkla,
“benim de ihtiraslarım vardı. Sizinkiler yanlarında basit ve çocuksu kalırdı.
Ne hâllere düştüm! Eski akranlarımla hasımlarım Yüzük’ün hizmetkârı Tutamon’un
bir yabancıya, hem de bir kanun kaçağına kölelik ettiğini, baronlarla kralların
önemsiz tutkularına yardımcı olduğunu görebilmeyi çok isterlerdi şüphesiz!”
“Sen büyüye ve maskaralıklara bel bağlamıştın,” dedi
Ascalante, ilgisizce. “Bense zekâma ve kılıcıma güvenirim.”
“Zekâ ve kılıç, Karanlık’ın irfanı karşısında saman
çöplerinden farksızdır,” diye homurdandı Stigyalı, koyu renk gözlerinden
kötücül ışıklar ve gölgeler geçerken. “Eğer Yüzük’ü kaybetmemiş olsaydım şu
andaki konumlarımız tersine dönebilirdi.”
“Buna rağmen,” diye yanıtladı kanun kaçağı,
sabırsızca, “sırtında benim kamçımın izlerini taşıyorsun ve büyük bir ihtimalle
de taşımaya devam edeceksin.”
“O kadar emin olma!” Stigyalının şeytani öfkesi bir
anlığına gözlerinin kızıl bir ışıkla parıldamasına neden oldu. “Bir gün, bir
şekilde Yüzük’ü tekrar ele geçireceğim ve bunu başardığım zaman, Set’in yılan
dişleri adına, bana yaptıklarının bedelini–”
Çabuk öfkelenen biri olan Akilonyalı hızla ayağa
kalkıp Stigyalının ağzına sert bir tokat attı. Dudakları kanamaya başlayan
Tutamon geriye doğru sendeledi.
“Çok ileri gittin köpek,” diye hırladı kanun kaçağı.
“Dikkatli ol, ben hâlâ senin en karanlık sırrını bilen efendinim. Eğer
cesaretin varsa damlara çık ve Ascalante’nin şehirde olduğunu, krala karşı
komplo kurduğunu herkese haykır.”
“Böyle bir şeye cesaret edemem,” diye mırıldandı
Stigyalı, dudaklarındaki kanı silerken.
“Hayır, edemezsin,” dedi Ascalante, pis pis sırıtarak.
“Çünkü senin çevirdiğin bir dolap ya da ihanet sonucunda ölürsem güney
çöllerindeki münzevi bir keşiş bunu anlayacak ve ona bıraktığım bir
elyazmasının mührünü kıracak. Onu okuduğunda Stigya’da bir söz fısıldanacak ve
gece yarısı güneyden bir rüzgâr çıkagelecek. O zaman başını nereye gömeceksin
peki Tutamon?”
Köleyi bir titreme aldı ve esmer yüzü kül rengine
büründü.
“Bu kadar yeter!” Ascalante buyurgan bir ses tonu
takındı. “Yapmanı istediğim bir iş var. Dion’a güvenmiyorum. Ona atını
malikânesine sürmesini ve bu geceki iş tamamlanana kadar oradan ayrılmamasını
teklif ettim. O şişko ahmak, bugün kralın önünde sinirlerine asla hâkim olamaz.
Onun peşinden git, yolda kendisine yetişemediğin takdirde de atını malikânesine
sürmeye devam et ve biz sizi çağırtana kadar yanında kal. Onu gözünün önünden
ayırma; korkudan şaşkına dönmüş bir vaziyette. Kendi kellesini kurtarmak adına
Conan’ın yanına gidebilir, hatta panik hâlinde ona koşabilir ve tüm planımızı
ortaya dökebilir. Git!”
Köle, gözlerindeki öfkeyi gizleyerek efendisinin
önünde eğildi ve kendisinden istenileni yapmaya koyuldu. Ascalante ise şarabını
yudumlamaya kaldığı yerden devam etti. Kulelerin sivri çatılarının üzerinde kan
kadar kızıl bir şafak doğuyordu.
Bölüm 2
Savaş davullarının çaldığı ve basit bir savaşçı
olduğum günlerde,
Altın renkli toz zerrecikleri saçarak kaçardı insanlar
atımın önünde;
Ama artık büyük bir kralım ben ve herkes benim
peşimde,
Şarap kadehime katılacak zehir ve sırtıma saplanacak
hançerler ellerinde.
– Kralların Yolu
Geniş odanın içi, cilalı ahşap duvarların üzerine
asılmış duvar halılarıyla, fil dişinden zemini kaplayan kalın kilimlerle ve
karmakarışık oymalar ile gümüş süslemelerle bezeli, yüksek bir tavanla
döşeliydi. Fildişinden yapılma, altın kakmalı bir çalışma masasının arkasında
etrafındaki tüm bu şaşaaya ait değilmiş gibi gözüken, geniş omuzlu ve bronz
tenli bir adam oturuyordu. Daha çok güneşin, rüzgârların ve yaban diyarlardaki
yüksek bölgelerin bir parçasıymış gibi bir hâli vardı. En ufak hareketi bile
doğuştan savaşçı bir adamın keskin zekâsıyla birlikte çalışan çelik gibi
kaslarını gözler önüne seriyordu. Hareketleri ne incelikli ne de ölçülüydü. Ya
bronz bir heykel misali kusursuz derecede kıpırtısızdı ya da izlemeye çalışan
gözlerin takip edemeyeceği kadar süratli. Ama aşırı gerilmiş sinirlerin neden
olduğu bir çabukluk değil, kedi gibi reflekslerden doğan bir hızdı bu…
Kıyafetleri kaliteli kumaşlardan dikilmiş olsa da
basitti. Ne bir yüzük ne de başka bir süs eşyası takıyordu ve aslan yelesini
andıran siyah saçları yalnızca başının etrafına sarılı, gümüş renkli bir kumaş
parçası vasıtasıyla tutturulmuştu.
Adam altın kaplama divitini bırakarak balmumuyla
kaplanmış bir papirüse harıl harıl çiziktirdiği işine ara verdi, çenesini
yumruğuna dayadı ve kıskanç bir şekilde için için yanan mavi gözlerini önünde
duran adama dikti. Karşısındaki kişi o sırada kendi işleriyle meşguldü; altın
kakmalı zırhının kayışlarını çekiştiriyor ve dalgın dalgın ıslık çalıyordu –
bir kralın huzurunda olduğu düşünüldüğünde oldukça yakışıksız bir hareketti bu.
“Prospero,” dedi masanın başında oturan adam, “bu
devlet işleri beni şu hiç katılmadan yaptığım savaşlar kadar yoruyor.”
“Hepsi oyunun bir parçası Conan,” diye yanıtladı, kara
gözlü Poitainli. “Kral sensin, rolünü oynaman gerek.”
“Seninle birlikte Nemedya’ya gidebilmeyi isterdim,”
dedi Conan kıskançlıkla. “Kendimi asırlardır ata binmiyormuş gibi hissediyorum,
ama Publius şehirdeki meselelerin hallolması için varlığıma ihtiyaç duyulduğunu
söylüyor. Lanet olasıca!
“O zamanlar gözüme oldukça zor gözükmesine rağmen,”
diye devam etti, sadece Poitainli ile konuşurken takındığı doğal bir
içtenlikle, “eski hanedanlığı devirmek benim için gayet kolay olmuştu. Şimdi
geriye dönüp izlediğim o vahşice yola baktığımda ve yorucu işlerle, yalan
dolanla, katliamla, musibetlerle dolu günlerimi yeniden gözden geçirdiğimde
hepsi gözüme bir rüya gibi görünüyor.
“Hayallerim çok geniş değildi Prospero. Kral Numedides
ayaklarımın dibinde cansız yattığında ve kanlı başındaki tacı alıp kendimi
hükümdar ilan ettiğimde en büyük hayallerimin sınırına dayanmıştım. Kendimi
tacı ele geçirmeye hazırlamıştım, ona sahip olmaya değil. Özgür bir adam
olduğum eski günlerde tek istediğim keskin bir kılıç ve düşmanlarıma giden
dolambaçsız bir yoldu. Şimdiyse hiçbir yol dolambaçsız değil, kılıcımsa işe
yaramaz.
“Numedides’i devirdiğimde bana Kurtarıcı diyorlardı…
şimdiyse arkamdan tükürüyorlar. Mitra’nın tapınağına o domuz herifin bir
heykelini diktiler ve halk oraya gidip önünde yas tutuyor, eli kanlı bir barbar
tarafından öldürülen soylu bir azizin kutsal tasviriymiş gibi yüceltiyorlar
onu. Akilonyalılar, ordularını zaferden zafere koşturduğumda benim bir yabancı
olduğuma aldırmazdı, şimdiyse bir barbar olduğum için beni affedemiyorlar.
“Bugünlerdeyse Mitra’nın tapınağında Numedides’in
anısına tütsüler yakılıyor. Hem de onun cellatları tarafından sakat bırakılıp
kör edilen, oğullarını onun zindanlarında yitiren, karıları ve kızları onun
haremine sürüklenen adamlar tarafından… Vefasız aptallar!”
“Bunun sorumlusu büyük ölçüde Rinaldo,” dedi Prospero,
kılıç kemerini bir diş daha sıkarak. “Halkı galeyana getiren şarkılar söylüyor.
Onu her zaman giydiği şu soytarı kıyafetleriyle birlikte şehirdeki en yüksek
kuleye as. Bırak bestelerini akbabalar için yapsın.”
Conan, aslanlarınkini andıran kafasını iki yana
salladı. “Hayır Prospero, o benim erişim alanımın dışında. Büyük bir ozan,
bütün krallardan daha üstündür. Onun şarkıları benim kraliyet asamdan daha
kuvvetli; çünkü benim için şarkı söylemeyi seçtiğinde kalbimi neredeyse
yerinden söküyordu. Ben ölüp unutulacağım, fakat Rinaldo’nun şarkıları sonsuza
dek yaşayacak.
“Hayır Prospero,” diye devam etti kral, şüphe ve
karamsarlık dolu bir bakış gözlerini gölgelerken. “Haberdar olmadığımız gizli
kapaklı, saman altından yürütülen bir şeyler var. Gençliğimde çalılıklara
gizlenmiş bir kaplanın varlığını nasıl hissedebiliyorsam bunu da öyle
hissediyorum. Kraliyet topraklarında isimsiz bir huzursuzluk kol geziyor.
Ormanın ortasında yaktığı küçük bir ateşin başında çömelen, karanlığın içinde
sinsice ilerleyen ayak seslerini işiten ve alev alev yanan gözlerin ışıltısını
göz ucuyla gören bir avcı gibiyim. Keşke elle tutulabilecek, kılıcımla
biçebileceğim somut bir şey bulabilseydim! Bu sözüme mim koy, Piktlerin son
zamanlarda sınırlara bu kadar hevesli bir şekilde saldırması ve Bossonyalıların
onları püskürtmek için yardım istemek zorunda kalması bir tesadüf değil. Benim
de ordularımla birlikte at sürmem gerekirdi!”
“Publius bunun seni sınırların ötesinde tuzağa düşürüp
öldürmek için düzenlenen bir entrika olmasından korkuyor,” diye yanıtladı
Prospero, parlak zırhının üzerindeki ipek cüppeyi düzeltip gümüş bir aynada
uzun ve çevik bedenini izlerken. “Bu yüzden şehirde kalman için ısrar etti.
Şüphelerin sahip olduğun barbar içgüdülerinden kaynaklanıyor. Bırak halk
söylenirse söylensin! Paralı askerler ve Kara Ejderler bizim tarafımızda,
Poitain’deki her eşkıya da sana sadakat yemini etmiş durumda. Karşı karşıya
olduğun tek tehlike bir suikast ve imparatorluk askerleri seni gece gündüz korurken
bu imkânsız. Üzerinde çalıştığın şu şey de ne?”
“Bir harita,” diye yanıtladı Conan, gururla.
“Saraydaki haritalar güneydeki, doğudaki ve batıdaki ülkeleri gösterme
konusunda iyi, ama söz konusu kuzey toprakları olduğunda belirsiz ve eksikler.
Ben de kuzey topraklarını ekliyorum. İşte şurası Kimmerya, yani doğduğum yer.
Ve şu da–”
“Asgard ve Vanaheim,” dedi haritayı tarayan Prospero.
“Mitra adına, o ülkelerin sadece birer masaldan ibaret olduğunu düşünmeye
başlamıştım.”
Vahşice sırıtan Conan istemsizce esmer yüzündeki yara
izlerine dokundu. “Eğer gerçek olduklarını bilseydin gençliğini Kimmerya’nın
kuzey sınırlarında geçirirdin! Asgard Kimmerya’nın kuzeyinde, Vanaheim ise
kuzey doğusunda yer alır ve sınırlarındaki savaş hiç bitmez.”
“Kuzeyli halka mensup bu insanlar nasıl kimselerdir?”
diye sordu Prospero.
“Uzun, sarışın ve mavi gözlü. Buz devi Ymir’e taparlar
ve her kabilenin kendi kralı vardır. Dik başlı ve asabidirler. Tüm gün savaşır,
bütün gece bira içip vahşice şarkılar söylerler.”
“Galiba senin de onlardan bir farkın yok,” diye güldü
Prospero. “Gür kahkahalar atar, sağlam içer ve bağıra çağıra güzel şarkılar
söylersin; gerçi hiç su dışında bir şey içen, gülen ya da kederli ağıtlar
haricinde şarkı söyleyen bir başka Kimmeryalı görmedim.”
“Belki de buna sebep olan şey yaşadıkları
topraklardır,” diye cevap verdi kral. “Oradan daha kasvetli bir diyar yoktur –
tüm tepeleri, karanlık ormanları, neredeyse her zaman gri olan göğü, vadilerde
kasvetle inleyen rüzgârları…”
“İnsanların karamsarlığa kapılmasına şaşmamalı,” dedi
Prospero omuz silkerek, Akilonya’nın en güney vilayeti Poitain’in gülümseyen
güneşiyle yıkanan vadilerini ve tembelce akan mavi nehirlerini düşünerek.
“Ne bu ne de öteki dünya için bir umuda sahipler,”
diye yanıtladı Conan. “Tanrıları sonsuz bir sisle kaplı, güneşsiz bir diyarda,
yani ölüler ülkesinde hüküm süren Crom ve onun karanlık ırkıdır. Mitra adına!
Aesirlerin yolunu yeğlerim.”
“Eh,” dedi Prospero, sırıtarak, “Kimmerya’nın karanlık
tepelerini arkanda bırakalı çok oldu. Artık gitmeliyim. Numa’nın sarayında
senin şerefine bir kadeh beyaz Nemedya şarabı içerim.”
“İyi,” diye homurdandı kral, “ama Numa’nın dansçı
kızlarını sadece kendi hesabına öp ki işin içine eyalet meseleleri karışmasın!”
Prospero odayı terk ederken gür bir kahkaha attı.
Bölüm
3
Kıvrılarak yatar yüce Set, oyuklarla dolu piramitlerin
altında;
Dolanır durur esmer tenli halkı, mezarların gölgeleri
arasında.
Söylediğimde o sözü, asla güneş yüzü görmemiş gizli
uçurumlardan gelen,
Gönder öfkem için bir hizmetkâr, ey pullu ve parlak
sürüngen!
Güneş batıyor, ormanın yeşil ve puslu mavi rengini
kısa bir süreliğine altın sarısına dönüştürüyordu. Yavaş yavaş kaybolan gün
ışığı hüzmeleri, bahçesindeki tomurcukların ve çiçek açan ağaçların arasında
oturan Attaluslu Dion’un şişman elinde evirip çevirdiği kalın altın zincirin
üzerinden yansıyordu. Dion mermer koltuğunun üzerinde kıpırdandı ve gizlice
yaklaşan düşmanları tespit etmek istiyormuşçasına, beyhude bir çabayla etrafına
bakındı. Cılız ağaçların oluşturduğu, çember biçimli bir korunun ortasında
oturuyor, birbirine geçen dallar şişman gövdesinin üzerine yoğun bir gölge
düşürüyordu. Yakınlarda bir yerde bir fıskiye gümüş renkli sular fışkırtıyor,
büyük bahçenin çeşitli bölgelerindeki diğer görünmez fıskiyeler de sonsuz bir
senfoniyi fısıldamaya devam ediyordu.
Dion yakınlardaki mermer bir sıranın üzerinde oturan
ve kasvetli gözlerle kendisini izleyen iri yapılı, esmer tenli adam haricinde
yalnızdı. Dion, Tutamon’u umursamıyordu. Onun Ascalante’nin epey güvendiği bir
köle olduğunu az çok biliyordu, ama çoğu zengin adam gibi Dion da kendinden
düşük konumdaki kişilere çok az önem verirdi.
“Bu kadar gergin olmanız lüzumsuz,” dedi Tutamon.
“Planın başarısızlığa uğraması imkânsız.”
“Ascalante de diğer herkes gibi hata yapabilir,” diye
çıkıştı Dion, başarısızlığın düşüncesi bile terlemesine neden olurken.
“O yapmaz,” dedi Stigyalı, vahşice sırıtarak, “aksi
takdirde onun kölesi değil, efendisi olurdum.”
“Bu da ne demek oluyor?” diyerek meraklı bir tavırla
ona döndü Dion, ama zihninin sadece yarısını konuşmaya vermişti.
Tutamon gözlerini kıstı. Demir gibi bir iradeye sahip
olmasına rağmen uzun zamandır içinde biriktirdiği utanç, öfke ve garez yüzünden
patlama noktasına gelmişti; her tür ümitsiz fırsata dört elle sarılacak
hâldeydi. Farkında olmadığı şeyse Dion’un onu beyni ve zekâsı olan bir insan
olarak değil, dikkate almaya değmeyecek bir yaratık, basit bir köle olarak
gördüğü gerçeğiydi.
“Beni dinleyin,” dedi Tutamon. “Siz kral olacaksınız.
Ama Ascalante’nin aklından geçenlerin çok azını biliyorsunuz. Conan
katledildikten sonra ona güvenemezsiniz. Size yardım edebilirim. Eğer iktidarı
ele geçirdiğinizde beni korursanız size hizmet ederim.
“Dinleyin lordum. Bendeniz güney diyarlarında büyük bir
büyücüydüm. İnsanlar Rammon’dan nasıl bahsediyorsa Tutamon’dan da öyle söz
ederlerdi. Stigya Kralı Ctesphon bana büyük bir onur vermiş, yüksek yerlerdeki
büyücülerin mevkilerini düşürerek beni onların üstü hâline getirmişti. Benden
nefret ediyorlardı, ama başka düzlemlerdeki varlıkları çağırabildiğim ve onlara
istediğimi yaptırabildiğim için korkuyorlardı da. Set adına, düşmanlarım
isimsiz bir dehşetin pençelerinin gecenin hangi saatinde boğazlarına
sarılabileceğini bilemezdi! İlk insan çamurlu denizlerden sürünerek çıkmadan
çok uzun bir zaman önce unutulan, yerin bir fersah altında uzanan, gece kadar
karanlık bir mezarda bulduğum Set’in Yılan Yüzüğü’yle kara ve korkunç büyüler
yaptım.
“Ama Yüzük bir hırsız tarafından çalındı ve güçlerim
yok oldu. Büyücüler beni linç etmek için ayaklandılar, ben de kaçtım. Deve
sürücüsü kılığına bürünüp bir kervana katıldım ve Koth diyarlarında seyahat
ettim. Derken Ascalante’nin yağmacıları üzerimize çullandı. Benim dışımdaki
herkesi katlettiler, bense hayatımı kimliğimi açığa vurarak ve Ascalante’ye
bağlılık yemini ederek kurtardım. Ama bu anlaşma bana pahalıya mâl oldu!
“Ascalante ona bağlılığımın devamlılığını garanti
altına almak için benim hakkımda bildiği her şeyi bir elyazmasına yazdı, onu
mühürledi ve Koth’un güney sınırlarında yaşayan bir keşişin ellerine teslim
etti. Ne o uyurken sırtına bir hançer saplamaya cesaret edebilirim ne de
düşmanlarına yardımcı olup ona ihanet etmeye, çünkü aksini yaptığım takdirde
keşiş kendisine söylenildiği gibi elyazmasını açıp okur. Ve tek bir kelimeyi
telaffuz ettiğinde…”
Tutamon bir kez daha titredi ve esmer teni beyaza
çaldı.
“İnsanlar Akilonya’da beni tanımaz,” dedi. “Ama
düşmanlarım nerede olduğumu öğrenirlerse aramızdaki fersahlar bile beni bronz
bir heykelin ruhunu bile paramparça edebilecek bir felaketten kurtarmaya
yetmez. Yalnızca kalelere ve kılıçlı adamlardan oluşan ordulara sahip bir kral
beni koruyabilir. İşte size sırrımı açıkladım ve benimle bir anlaşma yapmanız
konusunda ısrar ediyorum. Ben size irfanımla yardımcı olurum, siz de beni
korursunuz. Ve bir gün Yüzük’ü bulduğumda…”
“Yüzük mü? Yüzük mü?” Tutamon adamın mutlak egoizmini
küçümsemişti. Kendi düşünceleriyle çok meşgul olan Dion, kölenin sarf ettiği
kelimeleri dinlememişti bile; ama son sözcük, adamın benmerkezciliğinde küçük
bir dalgalanmaya neden olmuştu.
“Yüzük mü?” diye tekrarladı. “Bu bana bir şeyi
hatırlattı… iyi şans yüzüğümü. Onu güneyli bir büyücüden çaldığına ve bana şans
getireceğine yemin eden Şemli bir hırsızdan satın almıştım. Mitra biliyor ya,
ona kafi bir meblağ ödemiştim. Tanrılar adına, Volmana ve Ascalante’nin o kanlı
planlarıyla beni içine sürükledikleri şey göz önüne alındığında sahip
olabileceğim tüm şansa ihtiyacım olduğu çok açık. Yüzüğü takacağım.”
Tutamon öfkeden yüzü kararmış bir hâlde ayağa fırladı;
gözleri karşısındaki ahmağın aptallığının derinliğini aniden keşfeden bir
adamın buz kesmiş öfkesiyle alev alevdi. Dion onu görmezden geldi. Mermer
koltuğun üzerindeki gizli bir bölmeyi açarak envai çeşit incik boncuktan oluşan
bir yığını bir müddet karıştırdı: barbar muskaları, kemik parçaları, zevksiz
takılar… batıl inançlarının kendisini toplamaya ittiği şans getirici tılsımlar.
“Ah, işte burada!” Tuhaf görünüşlü bir yüzüğü zaferle
havaya kaldırdı. Bakır benzeri bir metalden yapılmıştı ve kendi etrafında üç
kez dönen, kuyruğu ağzında, pullu bir yılan şeklinde işlenmişti. Sarı
cevherlerden yapılma gözleri şeytani bir ışıkla parıldıyordu. Tutamon çarpılmış
gibi bağırdı; geriye doğru sendeleyen Dion’un ağzı bir karış açıldı ve yüzü
aniden kireç gibi oldu. Kölenin gözleri alev alev yanıyordu, ağzı ardına dek
açılmıştı ve devasa, esmer elleri yırtıcı bir kuşun pençeleri misali öne doğru
uzanmıştı.
“Yüzük! Set adına! Yüzük!” diye bağırdı. “Benim
yüzüğüm… benden çalınan…” Stigyalının elinde çeliğin parıltısı görüldü ve geniş
omuzlarının tek bir hareketiyle hançerini baronun şişman göğsüne sapladı.
Dion’un yüksek perdeden attığı tiz çığlık, bir gurultuyla kesildi ve şişman
bedeni erimiş tereyağı misali yere yığılıverdi. Son anına kadar bir ahmak
olarak yaşadı, delicesine bir korkuyla öldü, nedeniniyse asla öğrenemedi.
Cesedin yanına çömelen ve varlığını çoktan unutan Tutamon, yüzüğü iki eliyle
birden kavradı. Koyu renk gözleri korkutucu bir hırsla yanıyordu.
“Yüzüğüm!” diye fısıldadı ürkütücü bir neşeyle.
“Kudretim!”
O şeytani nesnenin üzerine bir heykel kadar hareketsiz
bir şekilde eğilerek ne kadar durduğunu, yüzüğün kötücül aurasını içerek kendi
karanlık ruhunu ne kadar beslediğini Stigyalı bile bilmiyordu. Sonunda,
düşlerinden sıyrıldığında ve zihnini gezindiği karanlık cehennemlerden arındırdığında
ay yükseliyor, bahçe koltuğunun arkalığını oluşturan pürüzsüz mermerin üzerine
uzun gölgeler düşürüyordu. Onun hemen dibindeyse Attalus lordunun daha koyu
gölgeleri yer alıyordu.
“Buraya kadar Ascalante, buraya kadar!” diye fısıldadı
Stigyalı, gözleri zifiri karanlıkta bir vampirinki gibi kırmızı kırmızı
ışıldarken. Öne eğilip kurbanının yattığı yerde biriken yapışkan havuzdan bir
avuç pıhtılaşmış kan aldı ve bakır yılanın gözlerindeki sarı kıvılcımlar kızıl
bir maskeye bürünene dek yüzüğü bununla ovaladı.
“Gözlerini karart mistik yılan,” dedi, kan dondurucu
bir fısıltıyla. “Ay ışığına bakarak gözlerini karart ve onları daha karanlık
uçurumlara aç! Neler görüyorsun ey Set’in Yılanı? Gece’nin uçurumlarından kimi
çağırıyorsun? Yitmekte olan Işık’ın üzerine düşen gölge kimin? Onu bana getir
ey Set’in Yılanı!”
Parmaklarının alışılmadık, dairesel
hareketleriyle -daima başladığı noktaya
geri döndüğü bir devinimle- pulları okşarken ve alacakaranlık vaktinde
mezarlıklarında canavarımsı şekiller gezinen kara Stigya’nın kasvetli iç
kesimleri hariç tüm dünyada unutulmuş karanlık isimlerle korkutucu büyülü
sözler fısıldarken sesi giderek alçaldı.
Etrafındaki havada, su yüzeyine yükselen bir yaratığın
yol açtığına benzer bir hareket yaşandı. Kısa bir süreliğine, açık bir kapıdan
geliyormuşçasına, isimsiz ve dondurucu bir rüzgâr esti üzerine. Tutamon
arkasında bir varlık hissetti fakat dönüp bakmadı. Üstünde belli belirsiz bir
gölge süzülen, ay ışığıyla aydınlanmış mermere dikti gözlerini. Tutamon büyülü
sözleri fısıldamaya devam ettikçe gölge de büyüyüp belirginleşmeye başladı. Ta
ki bariz ve korkutucu bir biçim alana dek… Dış hatları devasa bir babunu
andırıyordu, ama yeryüzünde buna benzer bir hayvanın yürümüşlüğü yoktu. Hatta
Stigya’da bile. Hâlâ o tarafa bakmayan Tutamon, kuşağından efendisinin
sandaletini -bir şekilde işine yarayacağını ümit ederek her zaman yanında
taşıdığı eşyayı- çıkarttı ve arkasına fırlattı.
“Onu iyi ezberle Yüzük’ün hizmetkârı!” dedi yüksek
sesle. “Sahibini bul ve onu yok et! Gözlerinin içine bak ve boğazını
parçalamadan önce ruhunu söküp at! Öldür onu! Evet…” Kör edici bir tutku
patlamasıyla ekledi, “beraberinde kim varsa hepsini öldür!”
Tutamon ay ışığıyla aydınlanmış duvara düşen gölgelere
baktığında dehşetengiz yaratığın biçimsiz başını eğdiğini ve iğrenç bir av
köpeği misali avının kokusunu aldığını gördü. Ardından korkunç yaratık başını
arkaya yatırdı, geriye çekildi ve ağaçların arasından bir rüzgâr gibi geçip
gitti. Stigyalı çılgınca bir coşkuya kollarını havaya kaldırdı; dişleriyle
gözleri ay ışığının altında parladı.
Nöbet tutan bir asker koşarak ilerleyen, devasa, alev
gözlü, kara bir gölge duvarları aştığında ve rüzgârıyla onu savurduğunda korku
ve şaşkınlık dolu bir çığlık attı. Ama o kadar hızlı bir şekilde geçip gitmişti
ki şaşkına dönen savaşçı bir rüya mı yoksa bir halüsinasyon mu gördüğünden emin
olamadı.
Bölüm 4
Dünya henüz genç ve insanoğlu zayıfken, gecenin
iblisleri özgürce dolaşırken,
Elimde ateş, çelik ve upas ağacının zehriyle Set ile
savaşırdım ben;
Şimdiyse uyuyorum bir dağın kara kalbinde ve asırlar
çıkarıyorlar acılarını,
Unuttunuz mu kimdi Yılan’la savaşan, kurtarmak için
insanlığı?
Altın kubbeli büyük yatak odasında tek başına yatan
Kral Conan uyuyor ve rüya görüyordu. Dönüp duran gri sislerin arasından uzaktan
gelen, hafif ve tuhaf bir çağrı duydu; ne dendiğini anlamamasına rağmen onu
görmezden gelmeye gücü yetmiyor gibiydi. Kılıcı elinde olduğu hâlde gri sisin
içine daldı; kendisini bulutların arasında yürüyen bir adam gibi hissediyordu.
O, konuşulanları anlayıncaya kadar ilerlemeye devam ederken ses de giderek daha
belirgin hâle gelmeye başladı: Uzay ve Zaman’ın ötesindeki uçurumlardan gelen
çağrı onun adını seslendiriyordu.
Sisler incelmeye başladığında siyah bir kayadan
yapılmış büyük, karanlık bir koridorda ilerlediğini gördü. Çevrede hiç ışık
yoktu ama bir büyünün vasıtasıyla her şeyi tüm çıplaklığıyla görebiliyordu.
Zemin, tavan ve duvarlar cilalıydı ve donuk bir şekilde parıldıyorlardı;
üzerlerine kadim kahramanlar ile yarı yarıya unutulmuş tanrıların figürleri
oyulmuştu. İsimsiz Yüce Eskiler’in devasa, gölgeli dış hatlarını gördüğünde
titredi ve hiçbir ölümlü ayağın yüzyıllardır bu koridoru arşınlamadığını bir
şekilde anladı.
Yekpare kayaya oyulmuş, geniş bir merdivene ulaştı.
Her iki yanına oyulmuş ezoterik semboller o kadar eski ve korkunçtu ki Kral
Conan’ın tüyleri ürperdi. Her bir basamağa Kadim Yılan Set’in nefret uyandırıcı
şekli işlenmişti, bu yüzden Conan attığı her adımda topuğunu yılanın başına
basıyordu. Tıpkı kadim zamanlardaki zanaatkarların amaçladığı gibi… Ama bu onu
hiç mi hiç rahatlatmıyordu.
Lâkin ses onu çağırmaya devam etti ve sonunda,
maddesel gözlerinin aşamayacağı bir karanlıkta, tuhaf bir lahde vararak bir
mezarın üzerinde oturan, beyaz sakallı, belli belirsiz bir suretle karşılaştı.
Conan’ın tüyleri diken diken oldu ve kılıcını sıkıca kavradı, fakat adam
kasvetli bir tonla konuştu.
“Ey insan, beni tanıyor musun?”
“Tanımıyorum, Crom adına!” diye küfretti kral.
“İnsan,” dedi kadim varlık, “Benim adım Epemitreus.”
“Ama Arif Epemitreus bin beş yüz yıl önce öldü!” diye
kekeledi Conan.
“Dinle!” dedi diğeri, emrivaki bir tonla. “Nasıl ki
suya atılan bir çakıl taşı kara bir gölün kıyılarına kadar uzanan halkacıklar
oluşturuyorsa, Görünmez dünyada olanlar da benim uykumu dalgalar hâlinde
bölüyor. Seni uzun zamandır izliyorum Kimmeryalı Conan, zorlu badireler ve
büyük başarılar seni bekliyor. Lâkin diyarlarda da büyük felaketler kol geziyor
ve onların karşısında kılıcının sana faydası dokunmaz.”
“Bilmece gibi konuşuyorsun,” dedi Conan huzursuzca.
“Bana düşmanımı göster, ben de kafatasını dişlerine kadar biçeyim.”
“Barbarlara özgü hiddetini etten ve kandan
düşmanlarının üzerine sal,” diye cevap verdi kadim varlık. “Seni korumam
gereken kişiler insanlar değil. İnsanoğlunun tahmin bile edemediği karanlık
dünyalar var. Buralarda şekilsiz canavarlar cirit atar; şeytani büyücülerin emriyle
Dış Uzay’dan çağrılabilen, maddesel biçim alabilen ve kurbanlarını parçalayarak
yiyip yutabilen iblisler. Hanende bir yılan var ey kral… Stigya’dan gelen,
karanlık yüreğinin gölgelerinde kara irfanlar barındıran bir sürüngen var
krallığında. Nasıl ki uyuyan bir adam kendisine yaklaşan bir yılanı rüyasında
görebiliyorsa, ben de Set’in talebesinin kirli varlığını hissedebiliyorum.
Korkunç bir güçle sarhoş olmuş durumda ve düşmanlarına indirdiği darbeler
krallığı yok edebilir. Ona ve cehennem kaçkını zebanilerine karşı
kullanabileceğin bir silah vermek için çağırdım seni.”
“Ama neden?” diye sordu Conan, şaşkınca. “İnsanlar
senin Golamira’nın karanlık kalbinde uyuduğunu, ihtiyaç anında Akilonya’ya
yardım etmek için hayaletini görünmez kanatlarının üzerinde onlara yolladığını
söylüyorlar ama ben… ben bir yabancıyım, bir barbar.”
“Sessizlik!” diye yankılandı hayaletsi ses, büyük ve
gölgeli mağaranın duvarlarında. “Senin kaderin ile Akilonya’nınki bir. Kaderin
ağlarında ve rahminde devasa olaylar şekil alıyor. Kana susamış büyücü,
imparatorluğun kaderinin yolunda durmamalı. Çağlar önce Set bu dünyayı avını
saran bir piton yılanı gibi kuşatmıştı. Tüm hayatım boyunca onunla savaştım, ki
bu süre sıradan bir insan ömrünün üç katıdır. Onu gizemli güneyin gölgeli
topraklarına sürdüm; fakat Stigyalı insanlar karanlıkta ona, bizim için baş-şeytandan
farksız olan o varlığa tapmaya devam ediyorlar. Set ile savaştığım gibi ona
tapanlarla, rahipleriyle ve çıraklarıyla da savaşıyorum. Kılıcını uzat.”
Conan merak içinde kendisinden istenileni yaptı ve
böylece kadim varlık, kemikli parmaklarından biriyle kılıcın keskin ucunun
üzerine, gümüş kabzaya yakın bir yere gölgelerin arasında beyaz bir ışık gibi
parlayan, tuhaf bir şekil çizdi. Derken lâhit, mezar ve kadim varlık bir anda
ortadan kayboldu ve Conan, şaşkına dönmüş bir vaziyette, altın kubbeli yatak
odasındaki döşeğinde sıçrayarak uyandı. Rüyasının tuhaflığı karşısında
afallamış olarak ayağa kalktığı esnada kılıcını elinde tutmakta olduğunu fark
etti. Kılıcın üzerine bir sembolün, bir Anka’nın dış hatlarının kazındığını
gördüğündeyse ensesindeki tüyler diken diken oldu. O anda lahitteki mezarın
üzerinde de benzer bir şekli gördüğünü anımsadı. Şimdiyse onun taştan bir figür
olup olmadığını merak ediyor, rüyasının garipliği karşısında ürperiyordu.
Derken, orada dikilirken, dışarıdaki koridorda duyduğu
şüpheli bir ses onu hayata geri döndürdü ve araştırmak için duraksamadan
zırhını kuşanmaya başladı; bir kez daha bir barbar, köşeye sıkışmış gri bir
kurt gibi tetikte ve uyanıktı.
Bölüm
5
Ne anlarım ki kültürün, zarafetin, sanatın ve yalanın
inceliklerinden?
Çıplak bir arazide doğmuşum, engin göğün altında
çiftleşen ben.
Ama ne kıvrak dil ne de bilgiç kurnazlık kalır kılıcım
şarkısını söylediğinde;
Gelin ve geberin köpekler! Kral olmadan önce bir
erkektim ben.
– Kralların
Yolu
Yirmi sinsi siluet, kraliyet sarayının koridorlarını
örten sessizlikte gizlice ilerliyordu. Çıplak ya da yumuşak deriye sarılı,
sessiz ayakları ne kalın halıların ne de yalın mermerin üzerinde çıt
çıkarıyordu. Koridorlar boyunca uzanan nişlerin üzerindeki meşaleler hançerleri,
kılıçları ve keskince bilenmiş baltaları kırmızı bir ışıkla parıldatıyordu.
“Herkes sakin olsun!” diye tısladı Ascalante. “Bunu
yapan hanginizse şu kahrolasıca gürültülü solumayı da kessin! Gece nöbetinden
sorumlu komutan bu koridorlardaki gözcülerin çoğunu uzaklaştırdı, geri kalanını
da sarhoş etti ama yine de dikkatli olmalıyız. Geri çekilin! İşte nöbetçiler
geliyor!”
Bir dizi oymalı sütunun arkasına gizlendiler ve
neredeyse aynı anda siyah zırhlar giyen on devasa adam ölçülü adımlarla köşeyi
döndü. Kendilerini görev yerlerinden uzaklaştıran komutana bakarlarken
yüzlerinden şüphe okunuyordu. Komutansa solgun görünüyordu; muhafızlar
saklandıkları yerin yanından geçerken titreyen bir elle alnında biriken terleri
sildiğini gördüler. Genç biriydi ve bir krala ihanet etmek onun için zor bir
işti. Kendisini tefecilere borçlu bırakan ve siyasi oyunlardaki bir piyon
hâline getiren aşırı müsrifliğine içinden sessizce lanet okuyordu.
Nöbetçiler tangırtılar eşliğinde geçip gitti ve bir
diğer köşeyi dönüp gözden kayboldu.
“Güzel!” dedi Ascalante, sırıtarak. “Conan’ı uyurken
koruyan kimse kalmadı. Acele edin! Eğer onu öldürürken yakalanırsak işimiz
biter… Çok az kişi bir kralın ölümünün doğuracağı sonuçlara katlanabilir.”
“Evet, acele edin!” diye bağırdı Rinaldo. Mavi
gözleri, başının üzerinde savurduğu kılıcının parıltısıyla uyumluydu. “Kılıcım
kana susadı! Toplanan akbabaların sesini duyuyorum! Haydi!”
Koridoru pervasız bir hızla katettiler ve üzerinde
Akilonya’nın kraliyet sembolü olan ejderha armasını taşıyan, altın kakmalı bir
kapının önünde durdular.
“Gromel!” diye hırladı Ascalante. “Kır şu kapıyı!”
Dev adam derin bir nefes alıp cüsseli vücudunu öne
doğru fırlattı; kapılar, bu darbenin karşısında eğrilip gıcırdadı. Gromel bir
kez daha çömelip ileri atıldı. Menteşelerin yerlerinden kopmasıyla ve
parçalanan ahşabın gürültüsüyle birlikte kapılar kırılarak içeriye doğru
açıldı.
“İçeri!” diye kükredi Ascalante, hararetle.
“İçeri!” diye bağırdı Rinaldo. “Zorbaya ölüm!”
Odaya girer girmez durdular. Conan hemen
karşılarındaydı, ama uykudan yeni kalkmış, şaşkın, silahsız ve bir koyun gibi
katledilmeye hazır, çıplak bir adam olarak değil; barbarlara özgü bir
uyanıklıkla, tetikte, kısmen zırhlanmış ve kılıcını çekmiş bir vaziyette.
Bir anlığına her şey bir tablo gibi hareketsizleşti.
Kırık kapının eşiğinde duran dört asi soylu ve hemen arkalarında toplaşan sakallı
vahşiler güruhu… Hepsi de mum ışığıyla aydınlatılmış odanın ortasında kılıcını
çekmiş bir vaziyette dikilen, gözleri öfkeyle parlayan devin karşısında bir
anlığına donakalmıştı. O esnada Ascalante’nin gözüne kraliyet yatağının
yanındaki küçük bir masanın üzerinde duran gümüş asa ile altından yapılma ince
bir halka, yani Akilonya tacı takıldı ve bu manzara arzudan deliye dönmesine
neden oldu.
“İçeri eşkıyalarım!” diye bağırdı haydut. “Yirmiye
karşı tek başına, üstelik miğferi de yok!”
Bu doğruydu; sorguçlu miğferini takacak ya da vücut
zırhının yan taraflarını koruyan levhaları kuşanacak kadar vakti olmamıştı.
Artık duvarda asılı duran büyük kalkanı kapacak kadar da vakit yoktu. Yine de
Conan, baştan aşağı zırhlara bürünmüş Volmana ve Gromel hariç, düşmanlarının
hepsinden daha iyi bir korumaya sahipti.
Hasımlarının kim olduğunu çıkaramayan Conan onlara dik
dik baktı. Ascalante’yi tanımıyordu, zırhlara bürünmüş suikastçıların kapalı
siperliklerinin ardında kalan yüzlerini göremiyordu, Rinaldo da geniş siperlikli
şapkasını gözlerine kadar çekmişti. Ama tahmin yürütmek için vakit yoktu.
Katiller tavanda çınlayan haykırışlar eşliğinde odaya akın ettiler, Gromel başı
çekiyordu. Saldırıya geçmiş bir boğa misali başını öne eğip, kılıcını rakibinin
bağırsaklarını deşecek bir saplama hamlesi için aşağıda tutarak koşmaya
başladı. Conan onu karşılamak için ileri atıldı ve kaplanlara özgü tüm
kuvvetini kılıcını savuran koluna aktardı. Islık çalan koca kılıç havada bir
yay çizerek parıldadı ve Bossonyalının miğferine sertçe çarptı. Kılıç ile
miğfer aynı anda şiddetle sarsıldı ve Gromel’in cansız bedeni yere yuvarlandı.
Conan geriye sıçradı; kırılan silahının kabzası hâlâ elindeydi.
Parçalanan miğfer, parçalanan kafayı gözler önüne
serdiğinde, “Gromel!” dedi Conan öfkeyle, gözleri hayretle ışıldarken. Derken
saldırganların geri kalanı üzerine çullandı. Bir hançerin sivri ucu, sırt ve
göğüs zırhlarının arasında kalan kaburgalarını çizdi; bir kılıcın keskin ağzı
gözlerinin önünden geçip gitti. Sol kolunu hızla savurarak hançer kullanan
rakibine sert bir darbe indirdi, ardından kırılmış silahının kabzasını bir
muşta gibi kullanarak kılıçlı hasmının şakağına indirdi. Adamın beyni suratına
sıçradı.
“Beşiniz, kapıyı koruyun!” diye bağırdı Ascalante,
çınlayan kılıç girdabının sınırında dans ederek. Conan’ın ortalarına dalıp
saflarını yararak kapıdan kaçıp gidebileceğinden korkuyordu. Liderleri
içlerinden birkaçını yakalayıp odadaki tek kapıya doğru iterken eşkıyalar bir
anlığına geri çekildi ve bu kısacık an Conan’a duvara atılıp, yarım yüzyıldır
orada asılı durmasına rağmen zamanın dokunmadığı, kadim bir savaş baltasını
kapmak için fırsat verdi.
Sırtını duvara yaslayıp çok kısa bir süreliğine
etrafını saran ve giderek yaklaşan düşmanlarıyla yüzleşti, ardından tam
ortalarına atıldı. O, savunma yapmayı seven bir savaşçı değildi; rakipleri
kendinden sayıca üstün olsa bile daima savaşı düşmanının kalbine taşırdı. Eğer
yerinde başka bir adam olsaydı çoktan ölmüş olurdu, zaten Conan da hayatta
kalmayı ummuyordu ama düşmeden önce hasımlarına verebileceği tüm zararı vermeye
kararlıydı. Barbar ruhu alevlenmişti, kulaklarında kadim kahramanlık şarkıları
çınlıyordu.
Duvardan ileriye atıldığı anda baltası haydutlardan
birinin omzunu biçip onu yere yıktı, elinin tersiyle savurduğu korkunç bir
darbe bir diğerinin kafatasını parçaladı. Kılıçlar ölümcül bir şekilde
etrafında vızıldadı ama ölüm her seferinde onu kıl payıyla kaçırdı. Maymunların
arasındaki bir kaplan gibiydi. Sıçradı, yana adım attı, kendi etrafında hızla
döndü ve böylelikle düşmanları için hareket eden bir hedef teşkil etti. Bu
esnada baltası da etrafında parlak ve ölümcül bir çember çiziyordu.
Kısacık bir süre boyunca suikastçılar şevkle Conan’ın
üzerine atıldı, kendi yarattıkları kalabalık yüzünden hareketleri kısıtlandı ve
körü körüne darbeler indirdiler; ardından aniden geriye çekildiler… Yerde yatan
iki ceset, kralın hiddetinin sessiz birer kanıtıydı; ama Conan da koluna,
boynuna ve bacaklarına aldığı yaralar nedeniyle kan kaybediyordu.
“Korkaklar!” diye bağırdı Rinaldo, üzerine kuş tüyü
dikilmiş şapkasını aniden çıkartarak. Gözleri öfkeyle ışıldıyordu. “Savaştan mı
kaçıyorsunuz? Despotu hayatta mı bırakacaksınız? İleri!”
Kılıcını çılgınca savurarak öne atıldı ama onu tanıyan
Conan baltasıyla gerçekleştirdiği kısa, muazzam bir hamleyle ozanın silahını
paramparça etti ve adamı hızla geriye iterek yere yapıştırdı. Ascalante’nin
kılıcının ucu kralın kolunu deldi. Haydut, üzerine doğru savrulan balta
karşısında eğilip geriye sıçrayarak hayatını kıl payıyla kurtardı. Kurtlar bir
kez daha saldırdı ve Conan’ın baltası havada ıslık çalıp darbeler indirdi.
Kıllı bir haydut, baltanın altından geçerek kralın bacaklarına atıldı ancak demir
bir kuleyle güreşmekten farksız olan bu kısa süreli, beyhude çabasının ardından
üzerine doğru inen baltayı görmek için tam zamanında başını kaldırdı… ama
kaçabileceği kadar erken değil. Bu esnada yoldaşlarından biri çift elli bir
kılıcı iki eliyle kaldırmış, kralın sol omuz zırhına indirmiş ve onu
yaralamıştı. Böylece Conan’ın göğüs zırhı bir anda kan revan içinde kalmış
oldu.
Sabrını yitiren Volmana, saldırganları vahşice sağa
sola iterek öne çıktı ve Conan’ın korumasız başına doğru ölümcül bir darbe savurdu.
Kral hızla çömelince başının üzerinden geçen kılıç, siyah saçlarının bir
tutamını kesip attı. Conan topuğunun üzerinde dönüp yanlamasına bir darbe
savurdu. Savaş baltası hasmının çelik göğüs zırhına gömüldü ve Volmana sol
tarafı tamamen içeri göçmüş bir şekilde yere yığıldı.
“Volmana!” dedi Conan, nefes nefese. “Cehennemde de o
cücenin peşine düşe–” Rinaldo’nun çılgınca saldırısını karşılamak için sırtını
dikleştirdi. Ozan kollarını iki yana açmış bir vaziyette, vahşice ve yalnızca
bir hançer kuşanmış olarak üzerine doğru koşuyordu. Conan baltasını havaya
kaldırıp geriye sıçradı.
“Rinaldo!” dedi, sesi çaresiz bir ısrarla
sertleşirken. “Geri çekil. Seni öldürmek istemiyo–”
“Geber zorba!” diye çığlık attı çılgına dönmüş ozan,
kralın üzerine bodoslama atılarak. Conan indirmesi gereken darbeyi geciktirdi,
ta ki çok geç olana dek. Ancak korumasız olan böğründe çeliğin ısırığını
hissettikten sonra, çaresizlikten gözü dönmüş bir şekilde vurdu ona.
Rinaldo kafatası dağılmış bir hâlde yere yığıldı,
Conan ise duvara doğru geriledi; yarasını kavradığı parmaklarının arasından kan
fışkırıyordu.
“Saldırın, şimdi, gebertin onu!” diye bağırdı
Ascalante.
Conan sırtını duvara yaslayıp baltasını havaya
kaldırdı. Yenilmez bir mağara adamının tablosunu andırıyordu: iki yana açılmış
bacaklar, ileriye uzatılmış baş, destek için duvara tutunan bir el, baltayı
yukarıda tutan diğeri, demir gibi uzuvlarının üzerinde muntazaman hareket eden
müthiş kaslar… Yüz hatları öfkeli bir hırlamayla donup kalmıştı; gözleri,
üzerlerine çekilen kan perdesine rağmen korkunç bir alevle yanıyordu. Adamlar
tereddüde düştüler… hepsi de vahşi, sabıkalı ve aşağılık kimselerdi, fakat yine
de kendilerine uygar diyen kişilerin soyundan geliyorlardı ve uygar birer
geçmişe sahiptiler. Karşılarındaki ise bir barbardı, doğuştan katil. Geri
çekildiler… yaralı bir kaplan hâlâ düşmanlarına ölüm saçabilirdi.
Conan hasımlarının tereddüdünü sezdi ve neşesiz bir
şekilde, gaddarca sırıttı. “Önce kim ölecek?” diye mırıldandı patlamış, kanlı
dudaklarının arasından.
Ascalante bir kurt gibi ileriye fırladı, tam sıçramak
üzereyken inanılmaz bir süratle geriye kaçındı ve havada ıslık çalarak üzerine
gelen ölümden kaçınmak için sırtüstü yere kapaklandı. Conan kendini toparlar ve
baltasını tekrar savururken de bacaklarını çılgınca savurup yana yuvarlanarak
darbenin yolundan kaçtı. Balta bu kez Ascalante’nin delice savrulan
bacaklarının yakınına çarpıp cilalanmış ahşabın derinliklerine gömüldü.
Yanlış yönlendirilmiş haydutlardan biri de saldırmak
için tam bu anı seçti ve silah arkadaşları gönülsüzce onu takip etti. Haydudun
niyeti, baltasını saplandığı yerden kurtaramadan önce Conan’ı öldürmekti, ama
muhakemesi hatalıydı. Kızıl balta hızla yukarıya kalktı, şiddetle aşağı
savruldu ve adamın kanla çizilmiş karikatürü büyük bir süratle saldırganların
bacaklarına doğru uçtu.
Aynı anda, kara ve biçimsiz bir gölge karşı duvara
düşerken, kapıyı kollayan haydutlardan dehşet dolu bir çığlık kopuverdi.
Ascalante hariç tüm saldırganlar sesin geldiği tarafa döndü, ardından köpekler
gibi uluyarak, körlemesine kapıya doğru kaçıştılar ve tanrılara küfür eden,
çılgına dönmüş bir güruh hâlinde, çığlık çığlığa koşarak koridorlara
dağıldılar.
Ascalante kapıya bakmadı; gözleri sadece yaralı kralı
görüyordu. Çatışma seslerinin sonunda sarayı ayağa kaldırdığını ve kraliyet
muhafızlarının tepelerine çullandığını düşünüyordu, buna rağmen tecrübeli
eşkıyalarının kaçarken böylesine korkunç çığlıklar atması o anda gözüne biraz
garip gelmeye başlamıştı. Conan da kapıya bakmamıştı çünkü gözlerinde ölmek
üzere olan bir kurdun ateşli bakışlarını taşıyan haydudu izlemekle meşguldü. O
son anda bile Ascalante’nin alaycı felsefesi adamı terk etmemişti.
“Görünüşe göre her şey kaybedildi, özellikle de onur,”
diye mırıldandı. “Buna rağmen kral kan kaybediyor ve–” Aklından geçen diğer
düşünceleri kimse bilemeyecekti, çünkü Kimmeryalı gözünün önüne akan kanı
silmek için mecburen balta tutan kolunu kaldırdığında cümlesini yarıda keserek
Conan’ın üzerine doğru, sessizce koşmaya başladı.
Ama koşusuna başladığı anda havada garip bir akım
hissetti ve omuzlarının arasına korkunç bir yük bindi. Kafa üstü yere çakıldı;
koca koca pençeler ızdırap verici bir şekilde etini deldi. Saldırganının
altında çaresizce kıvranırken başını geriye çevirip Kâbus’un ve Delilik’in
yüzüne baktı. Üstünde ne normal ne de akla yatkın bir dünyada doğduğundan emin
olduğu büyük ve siyah bir şey oturuyordu. Üzerinden salyalar sarkan, kapkara
köpek dişleri boğazının hemen kıyısındaydı. Nasıl ki ölümcül bir rüzgâr körpe bir
mısırı buruş buruş ediyorsa, canavarın sapsarı gözleriyle attığı bakışlar da
Ascalante’nin uzuvlarının buruşmasına neden oluyordu.
Yüzünün saldığı dehşet, sadece hayvansı bir vahşiliğin
neden olabileceğinden çok daha fazlaydı. Karşısındaki şey, şeytani bir büyüyle
yeniden diriltilmiş kadim ve habis bir mumyanın yüzü de olabilirdi pekâlâ.
Ascalante’nin ardına dek açılmış gözleri, benliğini saran deliliğin
gölgelerinin arasında, canavarın o nefret uyandırıcı yüz hatlarının hafif ve
korkutucu bir şekilde kölesi Tutamon’unkilere benzediğini görür gibi oldu.
Derken tüm o alaycı, kendini beğenmiş felsefesi haydudu terk etti ve yaratığın
salyalı köpek dişleri boğazını parçalamadan önce dehşet dolu bir çığlık atarak
son nefesini verdi.
Başını silkeleyerek kan damlalarını gözlerinden
uzaklaştıran Conan yaratığa bakakaldı. İlk başta, Ascalante’nin tahrip olmuş
bedeninin üzerinde duran şeyin büyük ve siyah bir av köpeği olduğunu sanmıştı;
ama görüşü temizlenir temizlenmez bunun ne bir köpek ne de babun olduğunu gördü.
Ascalante’nin ölüm çığlığının yankısını andıran bir
haykırışla duvarın dibinden ayrıldı ve gerilmiş sinirlerinin sağlayabildiği tüm
kuvveti kullanarak baltasını üzerine sıçrayan dehşete doğru fırlattı. Havada
uçan silah, parçalaması gereken eğik kafatasının üzerinden çınlayarak sekti.
Yaratığın devasa bedeni, Conan’a sertçe çarparak kralı odanın karşı tarafına
uçurdu.
Salyalı dişler, Conan’ın boğazını korumak için
savurduğu kolun üzerine kapandı fakat canavar, onu ölümcül bir şekilde kavramak
için hiçbir harekette bulunmadı. Sadece kralın parçalanmış kolunun üzerinden
Kimmeryalının gözlerinin içine şeytanca bakmakla yetindi. Ascalante’nin ölü
gözlerinde beliren dehşetin bir benzeri barbarın gözlerinde de oluşmaya
başladı. Conan ruhunun büzüşerek bedeninden sökülüp çıkarıldığını, etrafını
saran ve tüm yaşam enerjisi ile akıl sağlığını yutan biçimsiz kaosun içinde
hayaletimsi bir biçimde parıldayan sarı renkli kozmik kuyularda boğulduğunu
hissetti. Bu gözler büyüyerek devasa bir hâl aldı ve Kimmeryalı onların içinde
şekilsiz boşluklar ile karanlık uçurumların gölgelerinde kol gezen tüm o sonsuz
ve kâfirce dehşetleri görür gibi oldu. Nefretini ve tiksintisini dökmek için
kanlı dudaklarını aralasa da boğazından sadece kuru bir hırıltı yükseldi.
Lâkin Ascalante’yi felce uğratıp yok eden korku,
Kimmeryalının içinde çılgınca bir öfkenin doğmasına sebep oldu. Kolunun
yarılmasına aldırış etmeksizin tüm bedenini hiddetle geriye attı ve canavarın
vücudunu da kendisiyle birlikte sürükledi. Arkaya attığı eli, sersemlemiş
savaşçı beyninin kırılan kılıcının kabzası olarak algıladığı bir şeye çarptı.
Onu içgüdüsel olarak kavradı ve tüm kuvvetiyle bir hançer gibi sapladı. Kırık
kılıç yaratığın etine derince saplandı. Canavar tiksinç ağzını ızdırapla
açtığında Conan’ın kolu serbest kaldı. Kral çabucak yana yuvarlandı ve tek
elinin üzerinde ayağa kalkarken, şaşkına dönmüş bir vaziyette, kırık kılıcının
açtığı büyük yaradan oluk oluk kan fışkırırken canavarın korkunç bir şekilde
sarsıldığını gördü. O izlerken yaratık titremesini bastırmaya çalıştı ve
sonunda kasılmayı andıran sarsıntılarla yere yığılarak tüyler ürpertici, ölü
gözlerini tavana dikti. Conan gözlerini kırpıştırıp görüşünü engelleyen kan
damlalarını uzaklaştırdı; yaratık eriyip çözünerek balçığımsı, değişken bir kütleye
dönüşüyormuş gibi gözüküyordu.
Derken kulağına bir ses cümbüşü çalındı ve odanın içi
nihayet uyanan saray eşrafıyla -şövalyeler, soylular, leydiler, silahşörler ve
danışmanlar- doldu; hepsi bağırıp çağrışıyor, birbirlerinin yolunu tıkıyordu.
Öfkeden deliye dönen, küfredip kabaran Kara Ejderler de oradaydı; elleri
silahlarının kabzasından, yabancı dilde ettikleri hakaretler dillerinden
düşmüyordu. Kapıdaki nöbetçilerin genç komutanıysa ortalarda yoktu ve bilhassa
aranmasına rağmen ne o gün ne de daha sonra onu gören oldu.
“Gromel! Volmana! Rinaldo!” diye şaşkınlıkla bağırdı
Başdanışman Publius, ellerini endişeyle ovuşturarak cesetlerin arasında
gezerken. “Ne kara bir ihanet! Birileri bunun için ipte sallanmalı! Muhafızları
çağırın.”
“Muhafızlar zaten burada seni yaşlı ahmak!” diye
çıkıştı Kara Ejderlerin kumandanı Pallantides, anın gerginliğiyle Publius’un
rütbesini unutarak. “Mart kedisi gibi bağırmayı bırak da kralımızın yaralarını
sarmamıza yardım et. Kan kaybından ölmek üzere.”
“Evet, evet!” diye bağırdı hareketten ziyade düşünce
adamı olan Publius. “Yaralarını sarmamız gerek! Saraydaki tüm hekimler
çağrılsın! Ah, efendimiz, şehir için ne kara bir utanç! Tamamıyla öldünüz mü?”
“Şarap!” dedi kral soluk soluğa, tebaası onu yatağına
yatırırken. Kanlı dudaklarına bir kadeh dayadılar, o da susuzluktan yarı yarıya
ölmüş bir adam gibi kana kana içti.
“Güzel!” diye homurdandı, tekrar uzanırken. “Adam
öldürmek çok susatıcı bir iş.”
Onlar kan akışını durdururken barbarın doğuştan gelen
dayanıklılığı da kendi kendini yenilemekteydi.
“Önce böğrümdeki hançer yarasına bakın,” diye emretti
saray hekimlerine. “Rinaldo oraya benim için ölümcül bir şarkı yazdı, diviti de
oldukça keskindi.”
“Onu uzun zaman önce asmalıydık,” diye geveledi
Publius. “Ozanlar hiçbir halta yaramaz. Peki bu kim?”
Sandaletli ayağının ucuyla Ascalante’nin cesedini
gergince dürttü.
“Mitra adına!” dedi kumandan. “Ascalante bu. Bir
zamanlar Thune kontuydu! Hangi şeytanca iş onu çöldeki yuvasından çıkartıp
buraya getirmiş olabilir ki?”
“İyi ama neden öyle bakıyor?” diye fısıldadı Publius,
geri çekilerek. Kendi gözleri de ardına kadar açılmıştı ve kalın ensesindeki
tüyler diken diken olmuştu. Diğerleri de ölü hayduda bakarak sessizleşti.
“Eğer ikimizin de gördüğü şeye siz de tanık
olsaydınız,” diye homurdandı kral, hekimlerin itirazlarına rağmen oturur konuma
geçerek, “merak etmezdiniz. Bakın da gözleriniz yuvalarından–” Parmağıyla boş
bir yeri işaret ederken sözü yarım kaldı ve ağzı bir karış açıldı. Canavarın
öldüğü yere baktığında gözleri yalnızca boş zeminle karşılaşmıştı.
“Crom!” diye küfretti. “O şey eriyip kendisini doğuran
pisliğe geri dönmüş!”
“Kral aklını kaçırmış,” diye fısıldadı soylulardan
biri.
Conan bunu duydu ve barbarlara özgü küfürlerini
savurdu. “Badb, Morrigan, Macha ve Nemain adına!” diye tamamladı, öfkeyle.
“Aklım başımda! Stigyalı bir mumyayla bir babunun karışımı gibi bir şeydi.
Kapıdan içeri daldığında Ascalante’nin eşkıyaları korkup kaçtı. Ascalante beni
haklamak üzereyken onu öldürdü. Sonra da bana saldırdı ve onu geberttim… Nasıl
olduğunu bilmiyorum, çünkü baltam bir kayaya çarpmış gibi üzerinden sekiverdi.
Ama sanırım Arif Epemitreus’un işi bu…”
“Baksanıza Epemitreus’un adını nasıl da anıyor. O zat
öleli bin beş yüz yıl oluyor!” diye fısıldadı soylular birbirlerine.
“Ymir aşkına!” diye kükredi kral. “Bu gece Epemitreus
ile konuştum! Rüyama girip beni yanına çağırdı, duvarlarına eski tanrıların
suretleri kazınmış siyah bir taş koridordan geçtim, Set’in dış hatlarını
andıracak şekilde oyulmuş bir merdivenden indim; ta ki bir lahde, üzerine Anka
kuşu oyulmuş bir mezara varana–”
“Mitra adına kralım, sessiz olun!” Bağıran kişi Mitra
tapınağının başrahibiydi, yüzü kireç gibi olmuştu.
Conan yelesini arkaya savuran bir aslan gibi başını
kaldırdı; sesi de öfkeli bir aslanın kükremesini andıran bir hırıltıyla
kalınlaşmıştı. “Ben bir köle miyim ki bir emrinle çenemi kapayayım?”
“Hayır, hayır efendimiz!” Başrahip titriyordu, ama
kralın öfkesinden korktuğu için değil. “Sizi gücendirmek istemedim.” Başını
eğip sadece Conan’ın kulaklarının işitebileceği bir şekilde fısıldadı.
“Efendim, bu mesele insanoğlunun anlayışının çok
ötesinde. Bilinmeyen eller tarafından Golamira Dağı’nın kalbine oyulmuş kara
koridordan yalnızca din adamlarının çok küçük bir kısmı haberdardır.
Epemitreus’un bin beş yüz yıl önce yatırıldığı, Anka’nın koruması altındaki
mezarından da öyle… Ve o zamandan beri hiçbir insan oraya adım atmadı, zira
seçkin rahipleri, Arif’i mezarına yatırdıktan sonra koridorun dış girişini
kapattı ki kimse orayı bulamasın. Bugün bile başrahipler dahi oranın yerini
bilmezler. Varlığı yalnızca ağızdan ağza, başrahiplerin seçtiği birkaç kişiye
anlatılmış ve kıskançlıkla gizlenmiştir. Bu, Mitra mezhebinin koruduğu
sırlardan biridir.”
“Ne tür bir büyünün beni Epemitreus’un yanına
taşıdığını söyleyemem,” diye yanıtladı Conan. “Ama onunla konuştum, o da
kılıcıma bir işaret nakşetti. İşaretin iblisler için neden ölümcül olduğunu ya
da arkasında ne tür bir büyü yattığını bilmiyorum; lâkin kılıcım Gromel’in
miğferini yararken kırılsa bile geriye kalan parçası o korkunç yaratığı
öldürmeye yetecek kadar uzundu.”
“Kılıcınızı görmeme müsaade edin,” diye fısıldadı
başrahip, aniden kuruyan bir boğazla.
Conan silahı ona doğru kaldırdığında başrahip bir
çığlık atıp dizlerinin üzerine kapandı.
“Mitra bizi karanlığın güçlerine karşı korusun!” dedi
soluk soluğa. “Kral bu gece gerçekten de Epemitreus ile konuşmuş! İşte, kılıcın
üzerinde… bu Arif haricinde hiç kimsenin yapamayacağı o gizli işaret; sonsuza
dek kabrinin üzerine tüneyecek olan ölümsüz Anka! Bir mum getirin, çabuk!
Kralın iblisin öldüğünü söylediği yere tekrar bakın!”
Kimmeryalının gösterdiği yer, kırılmış bir paravanın
gölgesinin altında kalıyordu. Paravanı bir kenara çektiler ve zemini mum
ışığıyla yıkadılar. Bakanların üzerine sessiz bir titreme çöktü. Ardından
bazıları dizlerinin üzerine çöküp Mitra’ya yalvardı, bazılarıysa çığlıklar
atarak odadan kaçtı.
Canavarın öldüğü yerde yıkayarak çıkarılamayacak, iri
ve kara bir leke duruyordu. Somut bir gölge gibiydi. Canavar dış hatlarını
kendi kanıyla açıkça yere çizmişti ve o hatlar ne aklı başında ne de normal bir
dünyaya aitti. Zalim ve korkunç bir şekilde orada uzanıyordu. Tıpkı Stigya’nın
karanlık topraklarındaki loş tapınakların gölgeli sunaklarının üzerinde çömelen
maymunsu tanrıların gölgeleri gibi…
– SON –
Çeviren: M. İhsan Tatari
Editör: Türker Beşe
Yorumlar
Yorum Gönder